Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), dünya genelindeki savaş suçları, soykırımlar ve insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili yargılamalar alanındaki otoritesiyle bilinir. 2023 yılında, bu mahkeme Rusya Devleti Başkanı Vladimir Putin ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'nun yargılanmasına dair aldığı kararlarla dikkatleri üzerine çekmiş durumda. Bu gelişmeler, hem uluslararası ilişkilerde önemli etkiler yaratıyor hem de bu iki lider için ciddi riskler doğuruyor. Peki, UCM'nin bu liderler üzerindeki baskısı ne anlama geliyor? Ülkelerin iç ve dış politikalarını nasıl etkiliyor? Tüm bu soruların yanıtları, dünya kamuoyunun gündeminde geniş yer bulmaya devam ediyor.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, 2002 yılında Roma Antlaşması ile faaliyete geçti ve günümüzde 123 üye devletin imzasıyla varlığını sürdürmektedir. Mahkemenin görevi, uluslararası düzeyde ciddi suçlar işleyen kişileri cezalandırmak ve adalet sağlamak olarak tanımlanıyor. UCM, suçlamalarında daha çok savaş suçları, soykırımlar ve insanlığa karşı işlenen suçlar üzerinde duruyor. Liderlerin tutuklanmasına ilişkin süreç, mahkemenin yargılamalarının uluslararası hukukun temel ilkelerine dayanmasından kaynaklanıyor. Bir kişi hakkında tutuklama kararı verildiğinde, bu karar üye devletlerin iş birliği ile uygulanmak zorunda. Ancak uygulamada bazı zorluklarla karşılaşılıyor, çünkü bazı ülkeler UCM'nin yetkisini tanımıyor veya bu tür tutuklamaları gerçekleştirmeyi reddedebiliyor.
Putin ve Netanyahu'nun durumu, ortada somut bir yargılama süreci olmaktan çıkıp, politik bir oyun haline dönüşüyor. Örneğin, UCM, Putin hakkında Ukrayna'daki savaş suçları ile ilgili olarak, çocukları haksız yere zorla sınır dışı etmekten tutuklama kararı aldı. Bu durum, uluslararası arenada büyük bir tartışma yaratıyor. Zira, Putin'in Rusya üzerindeki etkisi ve gücü, Batılı ülkelerin bu tür kararları uygulama konusundaki isteksizliklerinden kaynaklanan engellerle birleşiyor. Aynı şekilde, Netanyahu'nun ceza mahkemesine olan korkusu, İsrail'in Filistin topraklarında işlediği savaş suçları ve soykırımlar ile ilişkili.
Her iki liderin de, UCM tarafından alınan tutuklama kararlarından ötürü kendilerini kuşatılmış hissetmeleri oldukça anlaşılır bir durum. Hem Putin hem de Netanyahu, ülkelerinde güçlü siyasi pozisyonlara sahipken, bu pozisyonlarını korumak adına birçok stratejiyle kendi halklarına yön vermek durumundalar. Uluslararası alanda ciddi bir baskı altında olmaları, popülist söylemlerle halkın gözünde meşruiyetlerini artırma çabalarına zemin hazırlıyor. Bu tür durumlarda, liderlerin uluslararası suçlamalara karşı kendi kitlelerini yönlendirmeleri ve "dış tehdit algısı" yaratmaları sık görülen bir stratejidir. Halklarını birlik ve beraberliğe davet eden liderlerin, dış etkilere karşı güçlü yeni anlatılar geliştirmeleri gerekebilir.
Bu dinamik, iç politikaya yansıdığı gibi, dış politikada da farklı boyutlar kazanabilir. Netanyahu, UCM kararlarıyla ilgili olarak, ülke içinde maruz kaldığı eleştirileri bertaraf etmek amacıyla -özellikle savaş sürecinde- Hamas'a karşı daha sert bir tutum sergileyebilir. Benzer şekilde, Putin de Batı ülkelerine kıyasla, Rus halkının ulusal duygularını güçlendirmek adına daha agresif adımlar atabilir. Bu politik durumlar, her iki liderin de meşruiyet stratejilerini yönlendirmektedir ve bu şekilde uluslararası arenada yalnız kalmamaya çalışıyorlar.
Sonuç olarak, UCM'nin Putin ve Netanyahu üzerindeki baskısı, yalnızca uluslararası hukukun işleyişi açısından değil, aynı zamanda bu liderlerin kendi ülkelerinde yaratabileceği politik dinamikler açısından da oldukça önemli bir değer taşıyor. Ülkelerinin iç dinamiklerini etkileyen bu durum, önümüzdeki dönemde uluslararası ilişkilerde de etkilerini göstermeye devam edecektir. Hâlâ, bu liderlerin tutuklama korkusu ve uluslararası adaletin işleyişi, dünya kamuoyu için önemli bir tartışma zemini oluşturuyor. Gelişmeler oldukça takip edilmeye devam edilecektir.